Felix Otto neden hapiste? Sömürgecilik haksızlığı üzerine bir inceleme
****
Giriş
Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri dışında yaşayan birçok insan için Almanya gibi ülkeler genellikle bir çeşit “cennet” tir, insan haklarının ve insanlık haysiyetinin saygı gördüğü ve insanların yaşama hakkının getirdiği temel rahatlıklara (iş, barınma, temel sosyal hizmetler vs.) haklarının olduğu bir yer. Bunun yanında birçok Afrika, Asya veya Güney Amerika ülkesinin aksine tüm insanların eşit muamele gördüğü ve ayrımcılığın (eğer hiç ayrımcılık mevcut ise) en asgariye indirgendiği fikri benimsenip yayılmaktadır.
Gerçekte ise Avrupa’da insanların geldikleri yerlere ve başka kriterlere göre ayrımcılık yapan yasalar vardır. Bu hem Avrupa hukukunun, hem ulusal hukukun, hem de Alman anayasasının “İnsanlık onuru dokunulmazdır...” sözleriyle başlayan ilk maddesinin ihlali anlamına gelir.
Dünya çapında milyonlarca insan, hak ve haysiyet vaatlerinin acı bir yanılsama, başka bir yalan, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin dünyanın geri kalanıyla olan ilişkilerine damgasını vuran uzun bir kötü muamele ve haksızlıklar zincirinde tutulmamış bir başka söz olduğunu kavramışlardır.
Almanya böyle görülüyor, bu ülke sözde Avrupa’nın en iyisini ve en kötüsünü temsil ediyor, en kötüsü Holokost’ta oynadığı rol ve tüm Avrupa kıtasında milyonlarca insanın hedefli olarak katledilmesi ve en iyisi bu mirasın üstesinden gelmiş olması, bu geçmişle yüzleşmiş olması ve artık tüm dünyada insan haklarının savunucusu olarak yeni bir rol üstlenmesi olarak.
Bu incelemede göreceğimiz gibi, hem bu prensipler uygulamaya sokulmuyor hem de insan hakları durumunda olduğu gibi, tüm insanların haysiyetinin ve insaniyetinin dokunulmaz olarak saygı görmesini garanti altına alması gereken bu uygulamalar belli insan grupları için geçerli kılınmıyor.
Aktaracağımız durumda oturum zorunluluğuna, nam-ı diğer seyahatin sınırlandırılması yasasına ağırlık vereceğiz. Bu yasanın yürürlüğe girdiği 1982 yılından beri Almanya, Avrupa Birliği’nde sığınmacılar için böyle bir yasayı uygulayan tek ülkedir. Oturum zorunluluğu, sığınmacıların oturumunu düzenleyen bir yasa olmaktan çok, onların hareketlerini kontrol etmek ve gözlerini korkutup onlar için belirlenen yerlerde kalmalarını sağlamak ve kalmazlarsa cezalandırılmaları için kullanılan bir baskı aracıdır.
Verdiğimiz örnek Felix Otto vakasıdır. Otto, Kamerun’dan gelen Afrikalı bir sığınmacıdır.
Diktatör Paul Biya Kamerun’u, Avrupalı efendilerinden aldığı doğrudan ekonomik, politik ve askeri destek ile 1982 yılından beri yönetmektedir. Bu rejime muhalif olanlar sürekli olarak vahşi bir baskıya maruz kalıyorlar. Bu bakımdan Kamerun ne batı standartlarına ne de başka standartlara göre bir demokrasi değildir. Kamerun hükümeti, halkı haklarından mahrum bırakıyor ve bu haksızlıklara başkaldırmaya cürret eden herkesi kovuşturmak için mesela cinayet, işkence, insani olmayan şartlar altında tutuklama gibi önlemlere başvuruyor.
Felix Otto bu hükümet yüzünden, yaşama hakkı arayışı içinde kaçar. Şans eseri Almanya’ya geldiği için burada sığınma hakkı başvurusunda bulunur. Ama Almanya tüm sığınma başvurularının %1’ini kabul ettiği için Otto mültecilerin çoğunun gördüğü muameleyi görür, başvurusu “açıkça gerekçesiz” olduğu gerekçesiyle reddedilir ve makamlar Otto’yu Paul Biya’nın ellerine geri göndermenin hem güvenli hem de doğru olduğu saptamasını yaparlar.
Otto ve tüm diğer mültecilerin %99’unun sınır dışı edilmeyi bekledikleri bu süre içinde çalışmaları ve temelde (çocuklar haricinde) eğitim görmeleri yasaktır. Mülteci yurtlarında (birçokları tarafından açıkhava cezaevi veya toplama kampı olarak da adlandırılırlar) sürekli olarak “yemek ve uyumak, uyumak ve yemek” ile sınırlı kalan bir hayat sürmeye zorlanmaktalar. Sığınma hakkına başvuranlar, makamların izni olmadan oturum izinlerinin geçerli olduğu alanın on metre ötesine geçemezler. Ve genellikle bu izin verilmez.
Hareketi bu şekilde kısıtlayan yasaya oturum zorunluluğu veya seyahatin kısıtlanması yasası adı verilir.
Felix Otto 8 ay hapis cezasına çarptırıldı çünkü bir Alman’ın çiğnemekle asla suçlanmayacağı bir yasayı çiğnedi, onu dış hayattan koparmak ve yıpratmak için koyulan bir yasaya uymadığı için 8 ay hapis. Bununla birlikte Otto, hareket serbestliği hakkını kullanmaktan çok, ilk olarak Almanya’da sığınma hakkına başvurduğu için hapise mahkum edilmiştir.
Bu Hüküm Evrensel mi?
ABD’liler ve Avrupalılar Küba’ya baktıklarında, genellikle bu adanın hükümetini insan haklarını ihlal ettiği ve halkın özgürlüğünü kısıtladığı için eleştirirler. Çoğu kişi “Bu bir diktatörlük” der. Eleştirenlere göre en kötüsü de ada sakinlerinin hareket serbestliği haklarının engellenmesiymiş.
Batı hükümetleri Aparthayd rejimini onyıllar boyunca politik, askeri ve ekonomik açıdan destekledikten sonra, bastırılan siyah Güney Afrikalılar’ın direnişi ve dünya çapında bu hükümetin haksız ırkçı uygulamalarına ve onların beyaz destekçilerine karşı yürütülen kampanyalar sonucu bu yasadışı uygulamalardan desteklerini çekmek zorunda kalmışlardır. Siyah Afrikalılar’ın kültürünün bastırılıp yok edilmesi sürecinde en önemli faktörlerden birisi siyahların “homeland”lere sürülmesiydi. Bu homeland’ler sadece halkı getolarda tecrit ve hapis etmeye değil, aynı zamanda hareket serbestliklerinin de kontrol altına alınmasına yarıyordu.
Almanya’da, kendi ırkçı ideolojileri ve bu ideolojilerin sebep olduğu savaş yüzünden talan olan bir ülkede,“Endlösung”un oluşturulmasından çok önce Yahudi halk getolarda toplanıyordu. Yahudiler’in, onlar için belirlenen bölgelerin dışına çıkmaları suç sayılıyordu ve bu yüzden para veya hapis cezasına çarptırılabiliyorlardı. “Avrupalı Yahudiler’nin Yok Edilmesi” kitabının yazarı Raul Hilberg’in belirttiği gibi getoların kurulmasının beş temel amacı vardı:
1. Yahudiler ve (diğer) Almanlar arasında sosyal bağlar oluşmasını engellemek
2. Yahudi bir idari bürokrasi oluşturmak (Yahudi konseyleri)
3. Kimlik belirleme önlemleri
4. Oturum alanlarının sınırlanması
5. Hareket serbestliğinin düzenlenmesi
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya İttifak Devletleri tarafından bölüşülür. Bu bölüşüme göre Almanya’nın batı kesmi İngiltere, ABD ve Fransa’nın ve doğu kısmı eski SSCB’nin kontrolü altına geçiyordu. Yanlış bir şekilde “soğuk savaş” olarak adlandırılan dönemde (dönemin bu şekilde tanımlanması yanlıştır çünkü bu isim Avrupa ve ABD’nin “soğuk” olarak nitelendirdiğini milyonlarca insanın hayatıyla ödediği bir dönemi hafife almakta) ideolojik bir savaş yer almıştır ve en azından batı dünyasında halka, Doğu Almanlar’a tanınmayan özgürlükler arasında ülkelerinden dışarı çıkmak olduğu anlatılmıştır. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra iki taraftaki Almanlar, eskiden bölünmüş olan Alman Devletleri arasında oluşan seyahat özgürlüğünü kutlamışlardır.
İnsan hakları adına halkın hareket serbestliği veya kendi bölgesi dışında hareket edebilmesi hakkının (muhtemelen mağdurların kimliklerine bağlı olarak) engellendiği tüm bu örnekler batı hükümetleri ve toplumları tarafından kınanmıştır, Avrupa örneğinde önce bir toplu katliamın gerçekleşmesi gerekliydi veya Güney Afrika durumunda bu olaylar halk tarafından sürekli bir direniş veya dünya çapında kınama ile karşılanmasına rağmen uzun süre devam ettirilmiştir.
İnsan Hakları Herkes İçin mi?
İkinci Dünya Savaşı’nda işlenen soykırım ve yıkım batılı güçlerin, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ni, mülteci himayesi konusunda çeşitli sözleşmeleri ve başka insan hakları güvencelerini imzalamasına yol açmıştır. Bu belgeler tehlikede olan halkları kovuşturmalardan koruma ve kovuşturulmaları durumunda onlara yurt dışında sığınma hakkı sağlama amacını taşıyordu. ABD ve Avrupa’nın imzaladığı İnsan Hakları Evrensel Bildirisi aşağıdaki maddeleri içerir:
1.Madde
Bütün insanlar özgür, onur ve hakları yönünden eşit olarak doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerini kardeşlik içinde karşılamalıdırlar.
7.Madde
Bütün insanlar kanun karşısında eşittirler ve ayrım gözetmeden kanun tarafından eşit şekilde korunma hakkına sahiptirler.
8.Madde
Herkesin, anayasayal veya kanunsal olarak temel olan haklarını ihlal eden hareketlere karşı yetkili uluslararası mahkemelerde etkin hukuki yardım almaya hakkı vardır.
9.Madde
Kimse keyfi olarak tutuklanamaz, hapis tutulamaz veya sınır dışı edilemez.
13.Madde
1. Herkes, bir devletin sınırları içerisinde serbestçe hareket etme ve oturum yerini kendisi belirleme hakkına sahiptir.
14.Madde
1. Herkes kovuşturmadan ötürü başka ülkelerde sığınma talep etme ve bulma hakkına sahiptir.
Ek olarak 1967 protokolü sonrası değiştirilen Cenevre Mülteci Sözleşmesi, ilk maddesinde “mülteci“ kavramını şöyle tanımlamaktadır:
“Irkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya politik görüşleri sebebiyle kovuşturulmaktan gerekçeli olarak kaygı duyan bir kişi, vatandaşı olduğu, himayesinden faydalanamadığı veya bu kaygılar yüzünden himayesinden faydalanmak istemediği ülkenin dışında bulunuyorsa; veya bu tarz olaylar sonucu vatansız olarak, normalde oturumunun olduğu ülkenin dışında bulunuyorsa ve bu ülkeye dönemiyor veya sözkonusu kaygılar yüzünden dönmek istemiyorsa...”
Bu sözde evrensel haklar, aslında Nazi vahşetine bir cevap olarak ve bu tarz suçları gelecekte önlemek amacıyla getirilmelerine rağmen beyaz olmayan insanların çoğunluğu (özellikle Avrupa ve ABD tarafından sömürge altına alınanlar) bu haklardan sürekli olarak mahrum bırakılmaktadırlar. İnsan haklarının evrenselliği, somut olarak tam da yüzyıllardır Afrika, Asya, Güney Amerika ve Yakın Doğu’daki soykırım girişimlerinin sonuçlarının mağduru olan insanlar için geçersiz kılınmıştır. Gerçekten de unutmamalıyız ki 1914 yılında Avrupa ve ABD dünya topraklarının %85’inden fazlasını kontrolleri altında tutuyorlardı ve Afrika’nın büyük kısmı bu tarihten elli yıldan sonrasına kadar bağımsızlığını elde edememiştir.
İkinci Dünya Savaşı ve (o vakte kadar öncelikle sömürgeci ülkelerden sömürge altındaki ülkeler yönünde olan) evrensel çaptaki göç dalgası sonrası uluslararası güç dağılımının ve sınırların yeniden düzenlenmesi sonrası, sözümona “Üçüncü Dünya”dan birçok insan, yabancı kuvvetlerin bu ülkelerde “soğuk savaş” bahanesi altında sürdürdüğü ekonomik, politik ve iç savaşlar yüzünden ülkelerini terk etmeye mecbur kalmışlardır.
Küreselleşme ve Modern “Homeland”ler
(Homeland Güney Afrika-Aparthayd anlamıyla)
Oturum zorunluluğu Almanya’ya has bir uygulama olmasına rağmen bu uygulama ile sadece hareket serbestliği hakkının ihlal edilmediği, onun aynı zamanda hem yurt içinde hem de yurt dışında giderek genişleyen baskıcı önlemler almak için kullanılan bir mazeret olarak kullanıldığı küresel seviyede, daha geniş çaplı eğilimler bağlamında incelemek gereklidir. Böylesi barbarca bir kanunun Almanya’daki sonuçlarını anlamak için doğru tarihî bağlamda görülmesi gereklidir, sadece o zaman Felix Otto’ya karşı işlenen suç, insanlığa karşı işlenen ırkçı bir suç olarak sınıflandırılabilir.
Günümüzde halklar ve kültürler arasında sürdürülen ilişkiler geçmişten bağımsız değillerdir. Mesela sömürgeciliğe resmen son verilmiş olması kesinlikle yüzyıllar boyunca kendini muhafaza eden yapıların, yöntemlerin ve ideolojilerin birden yok olduğu anlamına gelmez. Birçok insan, özellikle bu haksız yapılardan çıkar sağlamış olanlar, sömürgecilik ve köleleştirmenin sadece geçmişin talihsiz ama çoktan unutulmuş birkaç tek tük olayla sınırlı kalmadığını unutma eğilimine sahipler.
Bir yandan sömürgecilik, bildiğimiz gibi Afrika kıtasında resmi olarak yirminci yüzyılın ikinci yarısında sona erdirilmiştir. Sadece İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru birçok Afrikalı halk mücadeleleri sonucu bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Güney Afrika’da Aparthayd 1994 yılına kadar alt edilememiştir. Ne var ki sömürgeciliğin doğrudan işgal ile nihayet sona erdirilmesine rağmen sömürgeciliği karakterize eden ilişkilerin günümüze kadar sürdüğünü belirtmek önemlidir.
Öte yandan tarihi göç süreçleri üzerine yapılan bir inceleme, oturum zorunluluğu uygulamasının da kanıtladığı gibi, bu haksızlıkların sömürgecilik haksızlığının devamı olduğunu başka her şeyden çok göstermektedir. Açıkça kısaltılmış olmasına rağmen, aşağıdaki yazı kölecilik ve sömürgecilik öncesi zamanlarda evrensel göçün nasıl geliştiğini göstermektedir:
Açlıktan ve salgın hastalıklardan kaçan (hükümetlerin bugün “ekonomi göçmenleri” olarak tanımladıkları durum, sığınma hakkı için geçerli bir sebep değildir) ve altın ile başka zenginliklere heveslenen Avrupalılar hızla yayılmaya ve dünyayı kolonize etmeye başlarlar. Kuzey, Orta ve Güney Amerika gibi bölgelerde yerli halk şiddetle topraklarından atılıyordu, ya öldürülüyorlardı, ya köleleştiriliyorlardı ya da Güney Afrika’da Homeland olarak tanıdığımız yerleşim bölgeleri tarzındaki rezervatlarda yaşamaya zorlanıyorlardı. Afrika gibi başka yerlerde kovulmak daha az önemliydi. Yine de beyaz sömürgeciler en iyi toprakları ve doğal kaynakları ele geçiriyor, hükümetleri ve daha da önemlisi askeriyeyi yönetiyorlardı.
Ülkeler giderek kendilerini 19. ve 20. yüzyıllar boyunca süren sömürge kontrolünden kurtarmaya başladıklarında, artık “bağımsız” olan hükümetlerin tabiatı eski sömürge efendileri ile kuracakları ilişkilere bağlıydı. Bu yeni kurulan (ve bazen de yeni icat edilen) devletlerin liderleri, eski taarruzcuların diktasını sürdürdüklerinde, bu genellikle ulusal olmayan bir politika doğuruyordu ve tüm doğal kaynaklar batılı ülkelere satılıyordu. Öte yandan bu ülkeler kendi özerk yollarını çizmeye çalıştıklarında genellikle ekonomik boykotlar, askeri müdahaleler ve darbeler ile karşılaşıyorlardı.
Her halükarda geçmiş ve birkaç istisna dışında günümüz, aynı şeyleri gösteriyor: kaynaklar ile milli altyapıyı geliştirmek ve her toplumun duyduğu temel ihtiyaçları gidermek yerine halk savaş ve açlık yüzünden ülkeden kovulmuştur, bu insan hakları, fazla yüksek askeri bütçeyi karşılamak ve alçakça yapılan yurt dışı borçlarını ödemek (çifte savaş) için sistematik olarak feda edilmiştir. Aynı zamanda çeşitli ülke ekonomileri, en azından kapitalizme ve ABD tarafından belirlenen modele bağlı olanlar, ekonomik güçlerinin büyük kısmını ABD ve Avrupa pazarlarına hammadde (tahta, petrol, altın, bakır, kobalt, kakao, meyve vs.) ihracatı üzerine yoğunlaştırmışlardır. Karşılığında benzin, neskafe ve hazır besin gibi hazır ürünler ithal ediyorlardı.
Bu feci ve insanlık dışı politikanın sonucu olarak giderek daha fazla insan yaşama haklarının peşinden ülkelerinden kaçmaya mecbur kalmışlardır. Bunun sonucu olarak da pek cömert olan, insan hakları bildirisi gibi asil fikirler geliştiren batı ülkeleri sömürgeleştirilmiş ülkelerden kaçıp batıda sığınak arayan insanların hareket serbestliğini kısıtlamak için çabucak ulusal politikalarını değiştirmeye başlarlar. Mesela vize zorunlulukları getirilir, sığınma hakkı yok olana kadar tırtıklanır ve politikacılar ile medya sürekli olarak mülteciler ve göçmenlere karşı kışkırtma kampanyaları gerçekleştirmeye, onları sosyal sistemler için bir yük ve toplum için olası bir tehlike olarak göstermeye başlarlar.
Bu politikanın sonuçları bugün tüm iğrenç detayları ile su yüzüne çıkıyor: kâh Kuzey Amerika çöllerinde, kâh Akdeniz sularında, binlerce insan “cennet” olarak bilinen canice yanılsamaya doğru çıktıkları yolculukta Avrupa sınır devletleri ve ABD rejimi tarafından öldürülüyor. 500 yıldan fazla süren sürekli yağmanın mağdurları, bu dünyanın sömürülenleri giderek daha çok ne kendi ülkelerinde ne de dünyada yaşama hakkı elde edebileceklerini kavrayarak umutlarını yitiriyor ve ülkelerinde kalmaya zorlanıyorlar. Milyonlarca insan kağıtları olmadan yaşamaya zorlanan, yollarına konan askeri barikatları atlatabildikleri için suçlu muamelesi gören ve sonuçta en temel insanlık haklarından mahrum bırakılan sözde “yasadışılar”. Yüz milyonlarca mülteci gerçek bir himayeleri ve evleri sayabilecekleri bir yer olmadan ortada kalıyorlar ve nereye gitseler kovuşturuluyorlar.
Mağdurlar beyaz olsaydı bu kadar çok insanlık trajedisi meydana gelir miydi ve gelmeye devam eder miydi?
Almanya’da seyahatin sınırlandırılması kanunu
Nasyonel sosyalizm hakimiyeti boyunca Almanya’da ve Avrupa’nın büyük bir bölümünde sözde aşağı nüfusu kontrol etmek için belli uygulamalara başlanmıştır. Böylelikle mesela tüm Yahudiler üstlerinde renkli bir yıldız taşımaya mecbur edilmişlerdir. Bu insanlar genellikle sözde efsanevi ari ırka mensup insanlardan ayırt edilemediği için, renkli yıldızlar sayesinde hem nüfusun geri kalanı hem de polis için onları Yahudi olarak teşhis etmek kolaylaşıyordu.
Tüm bunlar hakikat olmasına rağmen bugün Almanya’da hâlâ mültecilere, belirlenen bölgeler dışında hareket etmelerini yasaklayan bir yasa mevcuttur. Oturum zorunluluğu veya seyahatin sınırlandırılması yasası olarak tanınan bu yasa, Almanya’da bugünkü şekliyle 1982 yılında geçerliliğe girmiştir. Genellikle sadece koyu tenli insanlar, yani beyaz olmayanlar sözkonusu olduğundan, tanınmak için (veya dışlanmak için) renkli bir yıldıza gerek yoktur.
Makamların iddiasına göre bu yasa sığınma hakkı arayanları, mahkemeye çağırılmaları ya da sınır dışı edilmeleri durumlarında gözetim altında tutmak için gerekli. Bu yasa her halükarda nerede bulunduklarını tespit etmekten çok asıl amacı sığınmacıların Almanya’daki hareketlerini kısıtlamak olan bir yasadır. Oturum zorunluluğunu uygulayabilmek için Alman polisi tren istasyonlarında, otobüs duraklarında ve sınır bölgelerinde devriye geziyor.
Durumu somutlaştırmak için işte basitleştirilmiş bir hikaye:
X hayatta kalabilmek ve yaşama hakkı bulabilmek için her şeyi riske atarak binbir zorlukla Almanya’ya geliyor. Ülkeye ayak basar basmaz parmak izleri alınıyor ve muhtemelen Almanya’nın herhangi bir yerindeki bir mülteci yurdunda (bir çeşit “açıkhava cezaevi”) yer bulunana kadar hapis tutuluyor. Bu tür kamplar genellikle eski Doğu Almanya halk ordusu kışlalarında, ormanın ortasında bulunur.
Çalışma izni ve hatta Alman dilini öğrenmek için hiçbir imkanı olmayan X’e, işlemler tamamlanana kadar belirlenen bölgede kalması gerektiği ve bu bölgeyi önceden izin almadan terk edemeyeceği söylenir. X’in yaşadığı yerde kendi ülkesinden başka insanlar yok. Ona alışverişlerini yapması için para yerine yemeklik kuponlar verilir. Ailesini ve arkadaşlarını geride bıraktığı ve tanımadığı bir ülkeye geldiği için zaten travmaya uğramış olan X ağır depresyonlara girer.
X nihayet kendi ülkesinden insanlarla iletişime geçebilir. Bu insanlar başka bir şehirde yaşamaktalar ve onu birkaç günlüğüne dinlenmesi ve kamptan biraz dışarı çıkması için yanlarına misafirliğe çağırırlar. X sığınma başvurusunu tehlikeye sokmama maksadıyla arkadaşlarını ziyaret etmek için izin almak üzere yabancılar dairesine gider. Ona Almanca öğrenme imkanı verilmediği için muhtemelen işlemleri sürdüren memurlarla anlaşmada zorluk çekiyor ve makamlar sadece Almanca konuşulması gerektiği gerekçesiyle ona yardım etmiyorlar (Fransızca, İngilizce ve İspanyolca gibi koloniyal bir dil konuşsa bile).
Sert bir dille ve X’in anlamadığı çok kelime ile ona şunlar söyleniyor: Kendisi Almanya’da turist olarak bulunmuyor, burada sığınmacı. Bu mantıkta misafirliğe gidemez, izin sadece acil durumlar için veya avukatına gittiğinde verilir, sığınma başvurusunu riske atmak istemiyorsa daireyi hemen terk etmeli.
Her neyse, X açıkhava cezaevinin tekdüzeliğine, yurt personelinin hakaretlerine, diğer tüm açıkhava tutuklularının ağır depresyonlarına artık dayanamıyor. Bu kadar korkunç bir yerde delirmektense gidip arkadaşlarını ziyaret etmeye karar veriyor. X, onu neyin beklediğini bilmeden ilk kez bölgesinin dışına seyahat ediyor.
X ilk tren istasyonuna ulaştığında bir sonraki treni bulmak için 5 dakikası var. Hoparlörden anlamadığı sesler yankılanıyor. X’in aklı karışıyor ve birisinden yardım diliyor ama sadece nefretle dolu bakışlarla karşılaşıyor. Ne yapacağını bilmediğinden tren saatlerine bakmak için istasyon lobisini bulmak üzere peron boyunca yürüyor. Her yerde insanlar var ve merdivenleri inerken karşısına birden iki polis memuru çıkıyor. “Kimlik!”. X ne ona söylenenleri ne de niçin böylesi agresif bir şekilde konuştuklarını anlıyor. “Kimlik. Bize pasaportunu ver”.
X korkuya kapılıyor ve ne yapacağını bilmiyor. Kağıtlarını görmek istediklerini tahmin ediyor ama nedeninden emin değil. Kötü bir şey yapmadı ki. Tren insanla dolu ve herkes ona bakıyor. Nihayet X Alman kimlik belgelerini veriyor (pasaportu Almanya’ya geldiğinde yabancılar dairesi tarafından teslim alınmıştı) ve birkaç dakika sonra bir polis arabasına tıkılıyor. Arkadaşlarını ziyaret edemeyecek. Açık hava hapishanesine geri götürülüyor, üstelik orada onu, belirlenen bölgenin dışına çıktığı için bir para cezası bekliyor.
X’in sığınma başvurusu işlemleri birkaç yıl sürüyor. Bu süre boyunca yemek yemek ve uyumak monotonluğu dayanılmaz hale geliyor. X bölge dışında birkaç geziye çıkıyor, onca redden sonra artık izin istemiyor. Ender olarak gezmesine rağmen, kampı terk etme “suç”u yüzünden ödemesi gereken para cezalarının toplamı artık birkaç yüz euro ediyor. Çalışma izni yok, ayda 40 euro nakit paradan yaşamak zorunda ve artık ya kamp ya da hapishane angaryası arasında seçme hakkı var.
Bu şekilde geçen birkaç yıldan sonra oturum statüsü hâlâ “tahammüllü”. Bu, sınır dışı işlemleri düzenlenene kadar varlığının burada tolere edildiği anlamına gelir. Alman hükümeti sığınma talebinin “ açıkça gerekçesiz” olduğunu ve eve dönmesinin onun için güvenli olacağını tespit eder. Sonuçta X değerli hayatının birçok yılını boşuna kaybetmiştir. Almanya’da geçirdiği tüm süre boyunca X’e çalışma veya öğrenme izni verilmemiştir. X cebinde beş kuruş olmadan, Alman demokrasisi tarafından gördüğü insanlık dışı muamele yüzünden sonsuza kadar yaralanmış, elleri kelepçeli ve iki polis memuru eşliğinde zorla ülkesine geri gönderilir.
Felix Otto İçin Özgürlük!
Batı toplumlarının iki yüzlülüğü işte budur. İnsan haklarının ilan edilip ayrımcılık karşıtı yasalar getirilmesi ve sömürge altına alınan ülkelerden gelen insanlara, sanki Avrupa sömürgeciliğinin başlamasından 500 yıl sonrasına kadar hâlâ sömürgeci efendileriyle eşit haklar hakketmeyen alt insanlarmış gibi kötü muamele edilmesine devam edilmesi ile çelişir.
Aynı zamanda inanılmaz ırkçı olan Alman politikası, toplumun adil olandan giderek uzaklaştığı ve Felix Otto gibi milyonlarca insana açık bir mesaj iletildiği bir durum yaratılmasını tahrik ediyor: Buraya hoş gelmedin. Burada kalırsan, sen kendi isteğinle gidene veya biz seni dışarı atana kadar seni cezalandıracağım ve mahvedeceğim.
İstisnasız hepimiz, hayatlarımızı ve psikolojimizi yönelten acımasız bir sömürü ve baskı sisteminin ürünüyüz. Hepimiz kölelik ve sömürge hakimiyetinin yarattığı dehşet zincirlerine bağlıyız ve her zaman bu zincirlerden bağımsız değiliz. Hiçkimse onlardan özgür değil ve hepimiz bu dehşete sadece farklı uzaklıktaki konumlardan bağlıyız.
Perspektifler ne kadar farklı olsa da, kendimiz bu zincire bağlandığımız konumla ve sebep oldukları bu tümüyle gereksiz insanlık sefaletiyle yüzleşmediğimiz, zincirin iki tarafında birleşmediğimiz ve zorluklara rağmen onları kırmak için elimizden geleni yapmadığımız sürece saldırgan-kurban, sömürgeci-sömürülen ilişkileri sürecektir. Bu arada sadece Felix Otto hapiste kalmayacaktır, onu, onun gibi binlerce insan takip edecektir.
Nereden başlamalı?
Felix Otto İçin Özgürlük
Felix Otto serbest bırakılmalıdır. Hapiste geçirdiği her gün hayatından çalınan bir gün olmakla kalmayıp vurulduğu zincirlerin kollektif ruhumuzu aşındırdığı bir gündür. Hapse atılması insanlığa karşı işlenen bir suçtur ve bu insanlık dışı Alman yasası sadece beyaz olmayanlar (ve bazı vakalarda geleneksel olarak aşağı görülen doğu Avrupalılar) için geçerli olduğundan ırkçı bir yasa olarak karakterize edilmesi gereklidir, yani bir kişinin ten rengine bağlı olan bir suç.
Tutuklanması, insan haklarına saygı duyan hiç bir ülkenin demokratik ve anayasal yöntemleriyle bağdaşmaz. Gerçekte Alman hükümeti bu ırkçı stratejileri, görünüşleri bu dehşet verici yasayı çiğneyeceklermiş izlenimini veren, yani beyaz olmayan ve özellikle siyah olan insanlara yapılan polis kontrollerini yasal ve kabul edilebilir kılmak için kullanmaktadır.
Kölecilik ve sömürgeciliğin insan hakları ve barbarlık konusunda önemli bir dersi hatırlattığı yeni bir döneme yelken açmak yerine oturum zorunluluğu gibi stratejiler, zihniyetin ve uygulamaların asla değişmediğini, sadece kılık değiştirdiği gerçeğini acı bir şekilde gözler önüne seriyor.
Bunun bu şekilde sürmesine daha ne kadar izin vereceğiz?